Canan Tan: 'Kocasını sevmeyen çok kadın var'

Çok satan kitapların yazarı Canan Tan’ın, ‘Pembe ve Yusuf’ adlı yeni romanı raflardaki yerini aldı. Roman, birbirine düşkün iki kardeşin çarpıcı öyküsünün yanı sıra küçük gelinlere, kız çocuğunun yok sayılmasına ve kadın şiddetine de yer veriyor.

Canan Tan: 'Kocasını sevmeyen çok kadın var'
Akşam'dan Sibel Ateş Yengin'in röportajı..

‘Pembe ve Yusuf’ adlı romanınızda Gülistan, Hacer, Keder, Pembe gibi daha nice kadın ikinci sınıf görülüyor, küçük gelinlerin sayısı artıyor, kız çocuğu olarak doğmasının cezasını çekiyor. Bu kanayan yara için neler söylersiniz?

Çocuk gelinler konusunda dünya sıralamasında en ön sıralardayız. Her gün basında yer alan dayak, şiddet ve kadın cinayetlerini kanırsar olduk. Durum vahim! Kanayan yarayı durdurmanın bir formülü yok ne yazık ki. Ancak, şiddet gören ve ezilenler yalnızca kadınlar değil. Toplum içinde şiddete maruz kalan çok sayıda erkek de var. Kendilerine yediremedikleri için dile getiremiyorlar.

Kadından hem cilveli olması beklenir ama bir yandan da Keder’in kocası İsmail’in düşündüğü gibi 'işveli kadın', 'kötü kadın' anlamına gelir. Neden birinin karısı olunca işveli olmak suç?
Suçlanmak için ille de birinin karısı olmak gerekmiyor. Dışa dönük, biraz da hareketliyse kadın; hele biraz da neşeli bir mizaca sahipse yandı! En olmayacak yakıştırmalara maruz kalır. Ama kötü olan o değil, kötü düşünendir aslında.

ÇOCUK İÇİN SÜREN EVLİLİKLER

Romandaki “Kocaları sevmek şart değil, çocuklarını sev yeter” cümleniz aslında bütün kötü evliliklerin bitememe sebebini çok güzel açıklıyor. Bir kadın olarak bu konu hakkında neler söylersiniz?

Toplumumuzda kocasını sevmeyen, çocuklarını sevmekle yetinen o kadar çok kadın var ki! Kaçacak, gidecek, sığınacak yerleri yok. Çaresizce sürdürüyorlar beraberliklerini. Burada erkeklerin de benzer durumda olabileceklerini vurgulamadan geçemeyeceğim. Çocuklarının hatırına, çoktan bitmiş evliliklerini sürdürmeye çabalayan erkekleri...

Diyarbakır’a gelin gitmişsiniz. O günleri nasıl hatırlıyorsunuz?
Çocuk gelin değildim ama 21 yaşında genç bir gelindim Diyarbakır’a gittiğimde; üstelik ailemin tek çocuğuydum. Oyun gibi gelmişti bana, denenmesi gereken bir oyun...
“Altı ayda döner Canan” demişti arkadaşlarım. Dönmedim, oyun tutmuştu.

KIZ KISIRI!

Diyarbakır’da yaşadığınız dönemde çocuk gelin ya da erkek çocuğu olmuyor diye baskı gören kadınların varlığına tanık oldunuz mu? Bu anlamda etkilendiğiniz bir kadın öyküsü var mı?

Diyarbakır’da öylesine ilginç yaşanmışlıklara tanık oldum ki, anlatmaya kalksam satırlara, sayfalara, kitaplara sığmaz. Eşimin anneannesi bir çocuk gelindi. Makbule Hanım! Ablası öldüğünde henüz altı yaşında. Eniştesi Nihat Bey aileden kopmak istemiyor ve o yaştaki çocukla söz kesiyorlar. Nihat Bey Makbule’yi elinden tutup gezmeye götürüyor; oyuncaklar alıyor ona, çikolatalar, şekerler... Büyümesini bekliyor. Makbule on iki yaşına geldiğinde nikâh kıyılıyor. Ergen olmadan gelin olan bir gelin! Arada büyük yaş farkı var. Kocasının ölümüyle bu kez de erken yaşta dul kalmanın travmasını yaşıyor anneannemiz. Gene yakından tanık olduğum ilginç bir kısırlık ve kuma öyküsü var: Varlık sahibi bir köy ağası, karısının çocuğu olmuyor diye ikinci kez evlendiriliyor. Gene çocuk yok! Kaynanaya kalsa, “Oğlumu körocak bırakmam ben!” nidalarıyla kuma üstüne kuma getirecek. Ama çocuğu olmayan kadınlar değil, kocaları. Kaderlerine razı olup oturuyorlar. Onların ‘ana’ olmak hakkı elinden alınmış, kimin umurunda? Yalnız çocuğu olmuyor diye değil, erkek çocuk doğuramıyor diye üstüne kuma getirilen çok saydı kadın da var. Doğacak çocuğun cinsiyetini belirleyecek genlerin erkekten geldiğini nereden bilecekler? ‘Piraye’ romanımın kahramanı Piraye de İstanbul’dan Diyarbakır’a gelin giden, doğurduğu kız çocuğunun ardından yeniden hamile kalamayınca ‘kız kısırı’ diye nitelenip üstüne kuma getirilen bir roman kahramanıydı.

OKUMA KONUSUNDA İDDİALIYIM

Aşk romanları yazan biri olarak tarif ediliyorsunuz, sizin aşk tarifiniz nedir?

Nasıl oldu, nereden çıktı bilemiyorum, ama birileri aşk romanları yazarı olarak görmek istiyor beni. Onur duyarım, duyguların en yücesidir aşk! Haber vermeden gelip haber vermeden çekip giden davetsiz bir misafir. Ama benim, konusu salt aşk olan tek romanım var; ‘Yüreğim Seni Çok Sevdi’. Diğerlerinde birer motiftir yalnızca aşk. ‘Piraye’ bir töre hikâyesidir. ‘Eroinle Dans’ madde bağımlılığı, ‘En Son Yürekler Ölür’ organ nakli, ‘İz’ baba kız ilişkileri, ‘Hasret’ mübadele konularına odaklanmıştır. ‘Pembe ve Yusuf’ta ise aşkın zerresi yok. Aşk romanı okumaya niyetlenenlere duyurulur...

Kitabı çıksa da alsam dediğiniz bir yazarınız var mı?
Keşke yaşasaydı ve kitabı çıksaydı da alsaydım dediğim pek çok duayen yazarım var. Ama kitabı çıkmış diye sevinerek alıp okuduğum güncel yazarlarım da çok sayıda. Okuma konusunda iddialı olduğumu söyleyebilirim. Yalnızca bu yaz okuduğum kitaplar uzun bir liste oluşturuyor. Orhan Kemal, Selçuk Altun, Feyza Hepçilingirler, Yekta Kopan, Sibel K. Türker, İnci Aral, Barış Bıçakçı, Hamdi Koç, Emrah Serbes, Kürşat Başar, Ahmet Telli... Ve elimin altında okunmayı bekleyen çok sayıda kitap. Tam bir ‘okur-yazar’ım anlayacağınız.

Kitaplarınızın çok satması mı, çok okunması mı önemli sizin için?
Tüm varlığımla bağlandığım yazma uğraşının maddi yönü benim için son planda geliyor. Kitaplarımın çok satması değil, çok okunması önemli benim için. Yazma eyleminin gönül işi olduğuna inananlardanım. Çok sayıda insana ulaşmak, yazdıklarımı onlarla paylaşmak... Gerisi umurumda değil inanın...

Mizah türünde yazarak başladığınız edebiyat yolculuğunda artık mizaha yer yok mu?
Olmaz olur mu? İtiraf etmeliyim ki epeydir ihmal ettim mizahı. Özledim. Keyifle yazacağım ve keyifle okunmasını umduğum yepyeni bir mizah kitabı var sırada.

YAZMA SÜRECİ PATOLOJİK

Günün hangi anı, hangi saati sizi yazıya davet eder?

Belirli bir zaman dilimi söz konusu değil. Hiç ummadığınız bir an, içinde
bulunduğunuz çevreden soyutlanıp kaleme kâğıda sarılmanız gerekebiliyor. Gece yarısı, sabaha karşı derin bir uykudan uyanarak ya da kalabalıkların içinde, en olmayacak bir ortamdayken...

Yazmaya başlarken sürekli yaptığınız ritüeliniz var mı?
Uzun ve biraz da hırpalayıcı bir araştırma döneminin ardından başlarım yazmaya. Kalemi kâğıdı elime aldığımda hikâye, karakterler, zaman ve mekân kurgulanmıştır. Hep beraber yaşamaya başlarız olayları. Masamın üstünde kahvem, beynimin ve yüreğimin tüm hücreleriyle ben yazmaya başlayabiliriz artık...

Yazarken nasıl bir ruh haline bürünürsünüz?
Yazma süreci patolojik bir dönem. Roman ya da öykü kahramanlarıyla özdeşleşerek onların içinde, onlarla beraber yaşamak, geçici bir zaman için de olsa, kendi kimliğinizi geri plana itmek, farklı kişiliklerle bütünleşmek zorundasınız. Sağlıklı bir ruh hali değil tabii. Ancak son noktayı koyduktan sonra özünüze dönebiliyorsunuz.

KADIN YAZAR TANIMINI KABUL ETMİYORUM

“Edebiyat dünyasında ayrıkotu gibi durduğumu biliyorum” demişsiniz, neden?
Her konuda olduğu gibi, edebiyatın merkezi de İstanbul. Ankara’da doğdum, Diyarbakır’a gelin gittim; şimdi de İzmir’de yaşıyorum. Anlayacağınız, merkezin uzağında oldum hep. Edebiyat camiasına uzak... Ama son yıllarda açığı kapattığımızı düşünüyorum. Ve kendimi ayrıkotu gibi hissetmiyorum artık.

Yaşamın bütün alanlarında olduğu gibi edebiyat dünyasında da -kadın yazar- nasıl bir değer görüyor?
Kadın yazar diye bir tanımlamayı asla kabul etmiyorum. Erkek yazar diye bir söylem var mı? Yazar, yazardır. Ayrımcı yaklaşımlarla kadını değersizleştirme çabaları, edebiyatın doğasına aykırı. Burada belirleyici olan okurun tutumu. Kadın edebiyatçıların hak ettiği değeri de fazlasıyla veriyor o okur.
Konular Röportaj