İpek Tuzcuoğlu'ndan çarpıcı tespitler

Oyuncu İpek Tuzcuoğlu sosyal medyanın şahane olduğu kadar; şeytani ve tehlikeli bir alan olduğunu da belirtti: “Herşeyde kirlenme olduğu gibi sosyal medyada da, yazılı medyada da var”

İpek Tuzcuoğlu'ndan çarpıcı tespitler
Türkiye'den Burcu Çetinkaya'nın röportajı...

Oyunculuk serüveniniz nasıl başladı?

Oyunculuk çok istediğim bir meslekti. Yapı olarak da neye karşı ilgim varsa onun eğitimini almak isterim. Küçükken de  balerin olmak istiyordum onun da  eğitimini aldım. Sinema oyunculuğu olsaydı onu da okurdum. Fakat o dönemde oyunculuk eğitimi sadece konservatuarın tiyatro bölümlerinde vardı. H.Ü. Devlet Konservatuarı tiyatro bölümünden (1994-1995) mezun olmamla diplomalı serüvenim başladı. Ama ilk TV dizim, 16 yaşında iken TRT’de çekilen bir dizi idi; ismini bile hatırlarım: "Evlilik Cüzdanı "

Bir de ilginç ve etkileyici bir hikâyeniz var, okuldan atılmış sonra geri dönmüş ve başarıyı yakalamışsınız?

Bu, gençlere örnek olsun diye anlattığım bir hikâye aslında. Konservatuvarda okuduğum ilk sene deneme sınıfıydık ve ilk yıl başarısız görülürsen okulla ilişiğin kesiliyor atılıyordun. Ben de atılan öğrencilerden birisi oluverdim, kader işte. Engin Günaydın, Timuçin Esen, Evrim Solmaz da benimle beraber atılan öğrencilerdendi. Bir sene sonra hepimiz af sınavını kazanıp okula geri döndük. Sizin başarılı ya da başarısız olmanıza bazı etkin ve yetkin insanlar üzerinden karar verilebilir, size olumsuz puan verebilirler ve bir anda planınız değişir, büyük bir hayal kırıklığı yaşarsınız. Ben de bu hikayeyi anlatıyorum ki eğer kendinize inanıyorsanız başka insanların olumsuz notları vazgeçirmesin sizi;  hedefleriniz ve amaçlarınızdan. Birilerinin sözlerine ve kararlarına bağımlı kalmayın hayatta. Kendi hayallerinizin takipçisi olun.

Oyunculuk, bale bunlar hızla mı gelişti yoksa çocukluktan gelen bir birikim mi?

Çocukluktan gelen bir birikim, sahneye karşı bir sevgim vardı. Her sene bale resitallerim olurdu. 3 yaşından itibaren sahneye çıkmaya başladım. Orayı, o alanı çok sevdim.

Kariyerinizde sizi en çok tatmin eden nelerdi? İlgi mi, alkış mı, iz bırakabilmek mi?

Samimi  ve dürüst olmam gerekirse ki zaten yapı olarakta böyle biriyim, öncelikte tabii ki ego ile ilgili bir durum bu. Daha toy olduğunuz dönemlerde, nefis terbiyesine başlamamış olduğunuz süreçlerde tamamiyle “ben merkezcilik”, “beni alkışlasınlar”, “beni beğensinler” diye devam eden “ben cümleleri” hemen hemen Türkiye’de ki bütün sanatkarlarda, oyuncularda, şairlerde, edebiyatçılarda mevcut bir haldir. Marifet bu beni “bendeniz”e, en ucu da “fakiriniz”e çevirebilmektir. Başlangıçta tabii ki alkış ve odak noktası olmak sizi aslında mutlu ediyor. Yıllar içinde ise, bu durum iz bırakabilmek , toplum adına hizmetlerde bulunabilmek gibi değişimlere uğruyor. Uzun yıllardır hep düşünmüşümdür ünlü olmamın bir sebebi olmalıdır diye. Bu sebeple de çok sık kısa film festivallerinde jüri üyelikleri ,çeşitli belediyelerin ya da üniversitelerin organize ettiği söyleşilere katılıyorum. Toplumla iç içe olmayı ve onlarla samimi paylaşımları seviyorum.

İlk kez ne zaman ünlü olduğunuzu hissettiniz?

1998’te Ebru Gündeş’le “Deli Divane” diye bir dizi yapmıştık, o zaman ses sanatçılarına dizi yapılırdı. Muazzez Ersoy’la da çalıştım. O zamanlar çok fazla kanal da yoktu ve tanınıyorduk. Ama tabii ki en çok 2000 yılında “Asmalı Konak”ta tanındım. Benim için de bir milattır 2000 yılı.

Ünlü olmak karakterinizde, hayatınızda bir şeyler değiştirdi mi?

Büyük bir dönüşüme sebebiyet verdi her noktada. O yıllarda çok dua ederdim “Allah’ım sen bana güç, kuvvet ver, yardım et” diye. Çünkü hepimiz o dönemde popstarlar gibiydik. Otobüsler geliyordu, insanların ilgisi çoktu. Kafamı çevirdiğim her an imza istiyorlardı. İnsanın dengesinin çok rahat bozulabileceği, çok rahat şımarıklığa, egosantrizme gidebilecek bir noktaydı o dönem. “Neden ben ünlüyüm ve ne yapmalıyım?” sorusu o dönemlerde başladı aslında. Ünümü insanlara hizmete çevirmeliyim diye düşünürdüm hep. Tanınıyorsam bir nedeni olmalıdır. Toplumda özellikle genç kesim; ünlü kişileri çok fazla önemser ve onlar gibi olmaya çalışırlar.

Mesela?

O dönemki röportajlarımda  panikatak sürecimi anlatmıştım. Hatta anneannem çok kızmıştı anlattığım için. “Niye anlatıyorsun insanlar deli gözüyle bakacak sana” demişti. Oysa ki bu süreci nasıl atlattığımı, hastalığı nasıl yendiğimi anlatmamla ilgili bile bana o kadar çok olumlu dönüşler oldu ki. O insanlara yardımcı olabildiysem ne mutlu bana.

PANİKATAĞI İLAÇSIZ YENDİ

İpek Tuzcuoğlu, 1998-2000 sürecinde geçirdiği panikatak rahatsızlığıyla; zihin kontrolü, olumlu düşünce gücü, bilinçaltı kodları konularında çok fazla kitap okuyarak başladığı mücadeleyi; yoga dersleri ve klinik psikoloğu İpek Tlabar’ın da o süreçte yanında olmasıyla ilaç tedavisini de reddederek kazanmış... Birçok insana da örnek olmuş, hatta bir takipçisi özelden mesaj atıp panikatak konusunda yardım istemiş ve yönlendirmesiyle tedavilere başlamış, arkadaş olmuşlar...

Asmalı Konak’ta senaryoyu ilk gördüğünüzde hissetmiş miydiniz başarının geleceğini?

Oradaki başarı neydi biliyor musunuz? Yılların birikimiydi, enerji patlamasıydı. Ne yazık ki o dönemlerde Türkiye’de başrol verilmesi için ya ses sanatçısı olmanız, ya ünlü birinin eşi ya da magazin yıldızı veya bir yapımcının ilk keşfi olmanız gerekiyordu. Yıllarca vermiş olduğum emeğin, eğitimin doğru bir iz düşümünün olamaması ve bunun içsel acısı vardı. Sektöre isyan ettiğim bir noktaydı ve o karakterle çok güzel örtüştü. İpek’in sektöre isyanı, Dicle’ye yansıdı yani.

Dizi ortaya çıktıktan sonra kendinizi seyrediyor musunuz?

Bakarım. Nerede ne yapmışım. Vakit olursa tabii ki. Bazen dizi çekerken dizi yayınlanıyor o zaman çok zor oluyor.

 İçinizde kalan, şöyle bir karakteri oynamak isterdim dediğiniz bir rol var mı?
Aslında çoluklu, çocuklu karakter oynamasam iyi. Sürekli anne oynuyorum, 30 yaşından beri. 15 senedir dizilerde o kadar çok çocuğum ve kocam oldu ki. Bir türlü görüntümle, yaşımla uygun bir rolü oynayamadım. Dul, evde kalmış filan bir komedi rolü oynamak isterim mesela.

Kariyerinin milat noktası olan Asmalı Konak dizisindeki Dicle karakterinin başarısını sorduğumuzda “Sektöre isyan ettiğim bir noktadaydım ve bu isyan, Dicle karakterine yansıdı” dedi.

Gençler hakaret etmeyi bireysellik sayar hale geldi

Son dönemdeki projelerinizden biraz bahsedelim…

2 tane sinema filmi var. Bir tanesi “Ankara Yazı Veda Mektubu”. Rahmetli Mustafa Pehlivanoğlu’nun hikâyesi. Onun annesini oynadım. 6 Mayıs vizyon tarihi. Bir de  'Kervan 1915'  var. 3 ay süren bir çalışma oldu. Orada da bir Ermeni kadını oynadım. O da Kasım’da sanırım vizyona girecek.

Cine 5’teki program da kanal kapanınca bitti. Başka televizyon projeleri olacak mı?

İyi bir proje için hazırlık yapmak lazım, sinema filmlerinden henüz fırsatım olmadı. Mutlaka keyif aldığım ve bana manevi anlamda da bir çok şey katan işlerin içinde olmak istiyorum. Mesela Cine5’te geçen Ramazan ayında Ab-ı Hayat diye bir tasavvuf programı sundum, Hayat Nur Artıran Hoca ile. Beni çok geliştiren, bana çok katkısı olan bir proje oldu tabii ki aynı zamanda seyircimize de. Hâlâ internette sayısız izlenme alıyor. Bazı teklifler geliyor ama keyif alacağım projelerde yer almak istiyorum. Diziler için de aynı durum söz konusu.

Tasavvuf sizin için ne ifade ediyor?

"Tasavvuf söz işi değil hâl işidir.” Tasavvuf ehli böyle söyler, anlatmak değil yaşamak gerekiyor.

Peki günümüzdeki sosyal medya yaşayışını nasıl buluyorsun?

Sosyal medya şahane bir alan ama bir o kadar da şeytani ve tehlikeli. Özellikle gençler hakareti ve küfretmeyi bireysellik sayar hale geldi. Belli mevkilerdeki belli makamlardaki insanlara karşı özellikle. Bu tehlikeli bir durum. Seversin, sevmezsin, onaylarsın, onaylamazsın, pek tabii ki edep dahilinde  ve adaletli bir şekilde eleştirebilirsin ama makamlara yapılan saygısızlığı, hakaretleri ve küfürleri kime olursa olsun hiç doğru bulmuyorum. İster siyasetçi, ister sanatçı, ister gazeteciye yapılsın. Bizler cumhurbaşkanlarımıza, başbakanlarımıza, kıymetli gazetecilere, sanatkarlara, ne küfrettik ne de saygıda kusur ettik. Herşey edep dahilindeydi. Eskiden bu durum siyasette de böyleydi medyada da. Her şey daha usturuplu daha saygındı. Günümüzde herşeyde kirlenme olduğu gibi sosyal medyada da, yazılı medyada da,  siyasette de ve hatta televizyon dizi ve programlarında da var...

Nasıl birisin günlük hayatında?

Çok rahat ve soğukkanlıyımdır. Hiç aceleye gelemem, nabzımı yükseltemem. Herşeyi rahat yapmayı seviyorum. Yalnızlığı çok severim. Hayatımın her alanında adaletli ve vicdanlı olmaya çalışırım. Birilerini kırmamaya çok özen gösteririm her kim olursa olsun.

Nasıl bu kadar fit kalabiliyorsunuz?

Öncelikle genetik ama 4-5 sene öncesine kadar çok fazla yürüyüş, pilates, yoga yapmış olduğum için, sanırım o alt yapının kaymağını yiyorum. Bir de iş olarak aktif olunca metabolizmam çok hızlı çalışıyor. Uykuma çok önem veririm, gece hayatım yok, düzenli beslenir ve çok su içerim.

Gezmeyi sever misiniz? En sevdikleriniz?

Kim sevmez. Ama favori yerim Kapadokya. Apayrı bir dünya orası. Bozburun’u da çok severim. Mardin’i de çok sevdim. Konya ise, her sene bir kaç kez mutlaka ziyarete gittiğim ve manevi değeri çok kıymetli bir yerdir.

Gelecekte yapmak istediğiniz ne var?

Bir vakıf kurmak isterim. İnsanlara ihtiyaçları doğrultusunda yardım edebileceğim şeyler yapmak isterim.

En son hangi kitabı okudunuz?

Rahmetli Ayşe Şasa’nın kitabını okudum. Bir ruh macerası.
Konular Röportaj