Zafer Algöz'den samimi açıklamalar

Senaryo yazımını ve yönetmenliğini Cem Yılmaz’ın üstlendiği ‘Pek Yakında’nın çekimleri tamamlandı. Zafer Algöz, filmde uçuk kaçık bir Yeşilçam yönetmenini canlandırıyor.

Zafer Algöz'den samimi açıklamalar
Akşam'dan Mezin Dedeyi'nin röportajı..

‘Pek Yakında’nın çekimleri bitti değil mi?
Evet, dün sabaha karşı bitti. 

Yoğun bir tempo muydu?
Yoğun ama son derece profesyonel çalıştık. Her şey günü gününe, saati saatine tıkır tıkır işledi. Sadece bir buçuk gün rötarımız var; o da hava şartları yüzünden. Bir ara şiddetli yağmur, fırtına oldu.  

Ne kadar sürdü çekimler?
Mayıs ayının ortasında başladık; iki aya yakın çalıştık. 

Ne zaman vizyona girecek?
Ekim ayının başında.

Seyirciyi nasıl bir Zafer Algöz bekliyor?
Tabii ki daha önce oynadığım rollerden çok farklı bir roldeyim. Eski bir Yeşilçam yönetmenini oynuyorum. Sıra dışı, çılgın bir yönetmen… Benim çok zevk aldığım bir proje oldu. Zaten Cem Yılmaz ile yaptığım bütün işlerden çok keyif alıyorum. Yaptığı filmlerin Türkiye’de benzeri, mukayese edebileceğimiz bir örneği yok. Bu da öyle bir film olacak. Mükemmel bir kadrosu, çok iyi bir senaryosu, birinci sınıf işçiliğiyle inşallah layık olduğu başarıyı da yakalayacaktır.

Ekip şahane zaten…
Çok güzel evet.

Siz de şahanesiniz ama…
Teşekkür ederim, sağ olun
.
Cem Yılmaz’ın neredeyse bütün filmlerinde varsınız değil mi?
Bu üçüncü filmimiz olacak. Sadece Hokkabaz ve GORA’da yoktum.

Bir ‘vazgeçilmezlik’ durumu var ama…
Sağ olsun; ben de onu çok seviyorum.

AĞIR ROMAN-EŞKIYA SOLUK ALDIRDI

Ben son dönemlerde Türk filmlerinin atağa geçtiğini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Evet, birkaç senedir böyle. Yeşilçam’ın bunalıma girdiği bir dönemde ‘Ağır Roman’ ve ‘Eşkıya’ Türk sinemasına biraz soluk aldırdı. İnsanların bizden, samimi, hüzünlü ya da güldüren bir hikâyeyi seyretmek için sinema salonlarına gittikleri ortaya çıktı. Ondan sonra insanlar sinemaya yatırım yapmaya başladı. Doğal olarak şimdi çok fazla sinema filmi yapılıyor. Herkes film yapıyor. Çok ucuza mâl edip çok büyük gelir elde etme ihtimali insanları o pazara yöneltti. Hatta hayatında hiç yapımcılık yapmamış insanlar bile; ‘bir yerlerden birkaç yüz bin lira bulup bir sinema filmi yapalım, gişede 2-3 milyon kazanıp kâr ederiz’ diye düşündüler. Tabii çoğu istediği başarıyı yakalayamadı ama yakalayanlar da oldu. Bildiğim kadarıyla Avrupa’da sonra Amerikan sinemasının, özellikle vizyonda en zor yer bulduğu ülke Türkiye. Yerli filmler yüzünden yabancı filmler seans bulamamaya başladılar. Bu bizim sinemamız için iyi bir şey…

Ya ağlatan ya da güldüren 

Amerikan filmleriyle yarışır hale geldik yani…
Her filmimiz öyle değil ne yazık ki… 
Ama Cem Yılmaz ile yaptığımız AROG ve Yahşi Batı bir Amerikan filmiyle yarışabilecek kapasitede ve kalitede.

Türk seyircisinin profili nedir?
Türk seyircisi ya ağlatan ya güldüren filmlere gider. Zaten gişedeki rakamlar da benim söylediğimi doğruluyor. Ya ağlatan ya güldüren filmler gişe yapıyor. Aksi olsaydı herhalde şu anda Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da ödül alan filmi 2-3 milyon insan tarafından izlenmesi gerekirdi. Çünkü gurur duyulması gereken bir başarı. İnsanlarımızın böyle bir başarıya sahip çıkmasını umut ediyoruz ama bildiğim kadarıyla henüz beş yüz bin seyirciyi bile yakalayamadı.

Bu gerçekten trajik bir durum ama değil mi?
Evet, öyle maalesef. Ama biraz da ekonomik koşullardan kaynaklanıyor. Bir de insanlar sinemaya eğlence unsuru olarak bakıyor. ‘Hafta sonu sinemaya gideceksek ya komik bir filme gidelim, kafamızı dağıtalım ya da ağlatan bir film olsun’ diye düşünüyor insanımız. İkisinin arasında kalan festival filmleriyle pek fazla ilgilenmiyorlar ne yazık ki… 

Sizce bir oyuncunun tiyatro kökenli olması rolüne ne katar?
Çok şey katar. Sinema oyuncusu, dizi oyuncusu, tiyatro oyuncusu gibi ayrımlar sadece bizim ülkemize özgü. Dünyada  bu işler böyle yapılmıyor. 

Dünyada sinema filminde oyuncu olan birine zaten tiyatro oyuncusu gözüyle bakarlar. Tiyatro eğitimi almamış insanlar bile oyuncu stüdyolarında eğitim alırlar.  Sesli çekim olduğu için kendi sesinle konuşman lazım. Bizde ne yazık ki böyle bir ayrım var. Tiyatro oyuncusunun avantajı tiyatro sahnesine her çıkışınızda yeniden sınava girer, kendinizi insanlara yeniden kanıtlamak zorunda kalırsınız. Her oyunda iyi yaptığınız bir şeyin üzerine yeni bir şey ekleyerek oyunculuğunuzu geliştirme fırsatınız olur.   

Sinemada en komik adam kim sizce?
Charlie Chaplin… 

Bizden…
Cem Yılmaz…

Komedi de oynuyorsunuz dram da… Hangisi olmaktan daha çok mutlusunuz?
Bildiğim kadarıyla ‘komedyen’ oyuncu demek zaten. Fransızlar bütün oyunculara komedyen diyorlar. Bizde  komedyen, güldüren adam olarak ayrı bir yola sokuluyor ama bence dünyanın en büyük oyuncuları komedyenlerdir. Çünkü komedyenler hem güldüren hem ağlatan rollerde çok başarılılar. 

Sanatla uğraşmak hayatın yükünü hafifletir mi?
Aksine ağırlaştırır. Manevi olarak hafifleştirirmiş gibi gelir ama gerçek anlamda sanatla uğraşmak, meslek olarak kabul edip sanat yapmak yükünüzü ağırlaştırır. Amatör olarak yapmaksa insanı rahatlatabilir.

OYUNCU EMEKLİ OLMAZ

Oyunculuk dışında da bir hayatınız var tabii. Nasıl geçiyor zamanınız, neler yapıyorsunuz?
Genelde bütün zamanım çalışarak geçiyor. Özellikle son birkaç aydır televizyon dizisini ve sinema filmini  beraber götürmek zorunda kaldım. Yoğun bir tempoda çalıştım. Arta kalan zamanlarımda da haftada iki gün bir iki saat spor yapma fırsatım oluyor. 

Zeki Alasya, “Emekli olamıyorum çünkü param yok” dedi. Bu sektör para kazandırmıyor mu?
Ne yazık ki herkese umduğu kadar kazandırmıyor. İnsanlar TV dizilerini para kazanmak için yapıyorlar zaten. Ama ben bir oyuncunun emekli olmasını kabullenemiyorum. İnsanın eli ayağı tutmasa, tekerlekli sandalyeye mahkûm olsa bile aklınız yerindeyse size uygun bir rol mutlaka vardır. Emeklilik kavramı bizde var. Dünyada yaşlı oyunculara çok daha fazla değer veriyorlar ve çok daha büyük ilgi gösteriyorlar. Tiyatro sahnesine çıkan yaşını başını almış oyuncular daha kıymetli oluyor.
 
Bugüne kadar pek çok karaktere hayat verdiniz ve pek çok ruh haline büründünüz. Sizin nasıl bir ruh haliniz var?
Çok sakin görünümlüyüm ama öyle değilim aslında. Her şeyin hemen olup bitmesini isterim. Mesela bir sahne çekilecekse “Niye bu kadar bekliyoruz, hadi hemen çekelim” derim. Böyle bir tez canlılığım var. Dışarıdan öyle görünmez belki ama içimde kendi kendini yiyip bitiren bir adamım. Yaptığım işlerde kendime karşı çok acımasızım; hep eleştirel bakarım. Herkesin “Çok iyi olmuş şahane oynamışsın” dediği bir işte bile ‘Keşke şöyle mi yapsaydım, böyle yapsaydım daha mı iyi olurdu?’ diye kendimle savaşır dururum. Yıllardır da bu böyle.

Denize Trabzon’da âşık oldum

“İnsan toprağa deyince iyileşir” derler. Doğayı sever misiniz?
Çok severim. Ne yazık ki günümüzde çocuklarımızın ayağını toprağa değdirebileceği bir toprak parçası kalmadı. Her yer inşaatla doldu. Denizi görmek, sesini duymak, bir ağacın altında oturmak, çimende yalınayak dolaşmak, bunlar insanın elektriğini alır rahatlatır ve iyileştirir.

Siz hiç toprakla haşır neşir oldunuz mu?
Babam devlet memuruydu ve onun sayesinde Türkiye’nin birçok yerini dolaştık. Aslen Erzurumluyuz, ben Kars’ta doğdum. Anne tarafım Kafkasya’dan gelme. Şeyh Şamil’in torunlarıyız. Babamın gençliği İstanbul’da geçmiş. Denizle büyümüş bir adam olduğu ve deniz özlemi çektiği için de Trabzon’a tayin istemiş. İlkokulu Trabzon’da okudum. Hayatımda ilk defa denizi Trabzon’da gördüm; yüzmeyi Lazlardan öğrendim. Hamsinin, mısır ekmeğinin tadına onlar sayesinde vardım. Hâlâ Trabzon’da çok kıymetli dostlarım var ve görüşürüz. Ortaokulu ve liseyi Bursa’da, konservatuvarı Ankara’da okudum.  

Çocukluğunuza dönseniz burnunuza ne kokusu gelir?
Deniz… Gerçekten denize Trabzon’da âşık oldum. Türkiye’nin en delikanlı denizi Karadeniz’dir. Karadeniz’de yüzen adam dünyanın her yerinde yüzer. 

BEŞİKTAŞLI OLMAK BAŞKA BİR RUH HALİ

Koyu bir Beşiktaşlısınız değil mi? 
Türkiye’de üç büyük takım dendiği zaman GS, FB ve Beşiktaş sıralaması yapılır. Benim gönlüme göre birinci olan Beşiktaş’tır.  Bizim Beşiktaş sevgimiz Beşiktaş’ın başarısıyla alakalı değil. Başka bir ruh halidir. Beşiktaşlı olmak. Burada yönetime de fazla yüklenmemek lazım. Gerçekten çok zor durumda Beşiktaş’a sahip çıktı. Dünya kadar borcu olan, yeni stat yapmakla yükümlü olan bir kulübün başına gelebilmek cesaret işi. Onun için burada kişilere değil camianın, Beşiktaş’ın geleceğine yatırım yapan herkese destek vermek lazım. 
Bu konuda da Fikret Orman Bey’in elinden gelen her şeyi yaptığına inanıyorum. Beşiktaş’ın gerçekten yeni bir stada ihtiyacı vardı ve şimdi inşaat hızla devam ediyor. Tahmin ediyorum bu senenin ortasına kadar da yetişmez. Ancak önümüzdeki yıl yetişebilir. Önümüzde bir sene gibi bir zaman olduğuna göre Beşiktaş’ın bu bir yıl içerisinde sadece futbolda değil, bütün branşlarda yeniden yapılanması gerekiyor. Ben de bir Beşiktaşlı olarak elimden geleni yapmaya hazırım. 

Kavuşamazsan aşk olur...

Aşkı nasıl tarif edersiniz?
Aşk tuhaf bir şey ya aslında… İnsanın, belli bir süre için karşısındaki insanı dünyanın vazgeçilmezi olarak gördüğü cinnet anı diye düşünüyorum ve kalıcı bir duygu olmadığına inanıyorum. Aşık Veysel’in dediği gibi ‘Kavuşamazsan aşk olur’ kavuşunca genelde bitiyor. Aşk bittikten sonra sevgi saygı devam ediyorsa ve karşısındaki insana değer veriyorsan o zaman hayat devam ediyor. Günümüzde aşklar çok fast- food yaşanıyor. Bir bakıyorsunuz birbirlerini büyük bir aşkla seven, evlenen insanlar iki üç ay sonra ayrılabiliyorlar. Demek ki aynı çatı altında yaşayınca, aynı havayı, aynı ekmeği paylaşınca yavaş yavaş insanların defoları da ortaya çıkıyor. Görücü usulüyle evlenme diye bir şey var bizde. Arkadaşlarla konuşuyorduk. Onlar, ‘İnsan görmediği, bilmediği biriyle nasıl evlenir?’ görüşünü savundular. Ben onlara katılmadığımı söyledim. Görücü usulüyle evlenen insanlar, birbirlerini tanıyıp sevişen insanlardan çok daha uzun süreli ve kalıcı evlilikler yapabiliyorlar.  Birbirini tanımayan iki insan bir yuva kuruyor ve bu arada birbirlerini tanımaya başlıyorlar. Evlilik içinde de o tanıma süreci devam ediyor. Ondan sonra çocukları oluyor ve bakıyorlar ki artık birbirlerinin iyi ve kötü taraflarını öğrenmişler.
Konular Röportaj