Handan Atamer Engin: "Hikâyeyi Panayırdan Kurtarmak"
Handan Atamer Engin yazdı: "Hikâyeyi Panayırdan Kurtarmak"
Bir ülkenin mutfağı, onun sessiz diplomatıdır. Ne yüksek sesle bağırır ne kendini öne çıkarır; ama sofraya bir kez oturduğunuzda size bin yıllık bir hikâye anlatır. Kokularla, dokularla, bir kentin belleğiyle konuşur.
Anadolu mutfağı tam da böyledir. Hititlerden bugüne, bu topraklar yalnızca tarımı ve üretimi değil, sofra kültürünü de şekillendirmiştir. Bu mutfak; krallıkların, imparatorlukların, göç yollarının, ipek yollarının, baharat rüzgârlarının izlerini taşır. Bu zenginlik, birçok ülkenin öyküsünü gölgede bırakacak kadar derindir.
Ama ne yazık ki biz bu hikâyeyi dünyaya anlatacak sahneyi hâlâ kuramadık.
Gastronomi turizmi bugün dünyanın en hızlı büyüyen, en yüksek katma değer üreten alanlarından biri. Fransa, İtalya, İspanya, Tayland ve Japonya mutfaklarını tanıtılacak bir unsur olarak değil, markalaştırılacak bir değer olarak konumlandırdı. Kendi mutfaklarını sadece menülerle değil, rotalarla, takvimlerle, filmlerle ve stratejik politikalarla dünyaya taşıdılar. Biz ise hâlâ bu zenginliğimizi nasıl anlatacağımızı tartışıyoruz.
Türkiye’nin gastronomik potansiyeli büyük; ama bu potansiyeli taşıyacak bir ulusal mutfak politikası, ortak takvim ya da uzun vadeli strateji hâlâ yok. Belediyelerin iyi niyetli ama içeriksiz panayır mantığıyla kurguladığı gastro etkinlikler, bu potansiyeli büyütmek yerine gölgeliyor. Bir kentin mutfağını plastik tabaklara, jenerik sahnelere, günübirlik kalabalıklara sıkıştırdığınızda geriye yalnızca “iyi geçen bir gün” kalıyor. Oysa gastronomi turizmi bir yemek etkinliği değil; bir anlatı, bir diplomasi aracı ve bir kalkınma meselesidir.
Dünyanın mutfakları bunu çoktan çözmüş durumda. Çin neredeyse tüm mutfağı ile, Fransa şarabıyla, İtalya zeytinyağı, pizza ve makarnasıyla, İspanya tapasları ile, Tayland sokak lezzetleriyle uluslararası arenada kendini markalaştırdı. Bu ülkelerde gastronomi turizmi rastgele etkinliklerle değil, master planlarla, büyük hikâyelerle ve şehir markalaşmalarıyla büyüdü. Bizde ise hâlâ sahne panayır estetiğiyle kuruluyor; hikâye eksik, vizyon yarım kalıyor.
Yine de bazı örnekler bu tabloya bir kırılma noktası ekliyor. Yedi yıldır düzenlenen İzmir GastroFest gibi etkinlikler, gastronomiyi sadece bir günün sınırlarına hapsetmeyip uluslararası ölçekte yankı uyandırabilecek bir bakış açısıyla kurguluyor. Çünkü hikâyeyi doğru kurgulayabildiğinizde, bir etkinlik panayır olmaktan çıkar, marka değeri taşıyan bir platforma dönüşür.
Yemekle Sanatın Aynı Sofrada Buluştuğu Sahne: GASTROFEST
Bu yıl sekizincisi düzenlenen İzmir GastroFest, gastronomi turizminin Türkiye’de nasıl bir boyuta evrilebileceğinin en güçlü kanıtlarından biri oldu. Bu sene “Yemek ve Sanat” temasıyla gerçekleştirilen festival, yemeği yalnızca damakta değil, sahnede, galeride ve sokakta da yaşatan bir deneyim alanına dönüştürdü. Festivalin genel yaklaşımı, mutfağı kültürel üretimin merkezine yerleştiren bir anlayışı temsil ediyordu. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın açılışta söylediği şu cümle aslında her şeyi özetliyordu: “Akdeniz mutfağı hem sade hem zengin; bu zenginliği dünyaya tanıtmak, üreticinin hakkını teslim etmenin de bir yoludur."
İzmir GastroFest, Türkiye’nin mutfak hikâyesini “panayır estetiği”nden kurtaran bir model. Çünkü burada amaç kalabalıkları doyurmak değil; bir hikâyeyi dünyaya anlatmak. Kentin çok kültürlü yapısı, denizle toprak arasında kurduğu denge, üreticinin emeğiyle sanatın buluştuğu çizgi… Hepsi bir araya gelince İzmir, gastronomiyle markalaşmanın mümkün olduğunu bir kez daha gösterdi.
Lokal Festivallerden Uluslararası Takvime
Bu tür etkinliklerin çoğalması artık bir dilek değil, bir zorunluluk. Çünkü gastronomi turizmi yalnızca damaklara değil; ekonomiye, şehir kimliğine ve ülke imajına dokunan stratejik bir alan. Türkiye’nin bu potansiyeli sürdürülebilir biçimde değerlendirebilmesi için öncelikle ortak bir vizyona ihtiyacı var.
Bu vizyon, yalnızca coğrafi işaretlerin ya da yöresel ürünlerin korunmasından ibaret değil; her bölgenin kendi mutfak kimliğini bir kültürel marka haline getirmesini de içeriyor. Kentlerin mutfakları, tarihleri, üreticileri ve sanatçılarıyla birlikte bir bütünlük oluşturmalı. Gastronomi festivalleri bu ağın parlayan durakları olmalı; yılın belirli dönemlerinde değil, bütün bir takvim boyunca ses getiren, uluslararası medyada yer bulan, seyahat motivasyonu yaratan güçlü hikâyelere dönüşmeli.
Bu noktada İzmir GastroFest yalnızca bir festival değil, bir çağrıdır. Çünkü bir kez doğru kurguyu yakaladığınızda, gastronomi artık sadece bir etkinlik değil, bir kimlik, bir diplomasi ve bir ekonomiye dönüşür. Her şehir kendi hikâyesini doğru sahneye taşırsa, Türkiye mutfağı sessiz diplomat olmaktan çıkıp, kendi dilinde dünyaya konuşmaya başlar.
Gastronomi turizmi yalnızca damaklara değil, ekonomiye, şehirlerin kimliğine ve ülkenin imajına dokunur. Şehirleri markalaştırır, turizm gelirlerini çeşitlendirir, kültürel diplomasiye güç katar ve sürdürülebilir turizm modelleri yaratır. Ama bunların olabilmesi için bir plan, bir yol haritası ve en önemlisi bir mutfak manifestosu gerekir. Bizde büyük bir potansiyel var; eksik olan, bu potansiyeli yönlendirecek stratejik akıl.
Bu toprakların sofralarında yalnızca yemek değil, medeniyetin izleri var. Binlerce yıllık bir mutfak geleneği hâlâ sahneye çıkmayı bekliyor. Gastronomi turizmini panayır estetiğinden çıkarıp uluslararası arenada kendi dilini konuşan bir hikâyeye dönüştürmediğimiz sürece, bu büyük mutfak sessiz kalmaya devam edecek.
Ve benim ülkem Türkiyem… sessiz kalmayacak kadar lezzetli bir hikâyeye sahip.
Lezzetin sadece tadılmadığı, yaşandığı Marakeş’ten bildiriyorum.
Kaynak: https://www.turizmajansi.com/haber/hik-yeyi-panayirdan-kurtarmak-h70638