Selim İleri: "Hır gürün bitmesi için yazıyorum"

Kitap Fuarının onur yazarı Selim İleri dünden bugüne edebiyat dünyasında pek çok şeyin değiştiğini değişmeyen tek şeyin ise kutuplaşma olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “50 yıldır sadece ve sadece bu hır gürün bitmesi gayretiyle yazıyorum.”

Selim İleri: "Hır gürün bitmesi için yazıyorum"
Yeni Şafak Gazetesi'nden Ayşe Olgun'un röportajı...

Dergide çıkan ilk yazınızı soracağım. Yazarlığa adımınızı attığınız o ilk yazıyı hatırlıyor musunuz?

Lise ikideydim yayımlandığında. Yarı hikaye yarı deneme tarzı bir hikaye diye hatırlıyorum. Lisedeyken çok önemli hocalarım oldu. Rauf Mutluay edebiyat, Vedat Günyol da Fransızca hocamızdı. Vedat Günyol aynı zamanda kendi çabasıyla Yeni Ufuklar adlı bir dergi çıkarırdı. Eleştirmen ve yazardı kendisi. Yazı yazdığımı biliyordu.

Yazmaya hikayeyle mi başladınız?

Hayır o vakte kadar yani ortaokuldayken üç tane roman yazmıştım ve hocama o romanlarımdan bahsetmiştim. Maalesef o romanları sonraki yıllarda attım ve çok pişmanım. Vedat bey de romanın hantal bir sanat olduğunu, hikayeciliğin daha incelikli bir sanat olduğunu söyleyerek beni hikaye yazmaya teşvik etti. Ben de Savaş Çiçekleri diye bir yazı yazıp dergiye verdim. 1968 yılının Haziran ya da Ağustos ayıydı. Yani tam elli yıl önce.

Başka hangi yazarlarla tanışıyordunuz o yıllarda?

Okul müdürümüzün oğlu da edebiyata meraklıydı ve onların oturduğu apartmanın üst katında Behcet Necatigil oturuyordu. Onun sayesinde lise yıllarımda Behcet Necatigil’le tanıştım. Böylece edebiyat dünyasından hayatıma giren ilk üç isim iki hocam ve Behcet Necatigil’dir. Daha sonra Cumartesi Yalnızlığı adlı kitabım yayımlandı. Kitabımı Vedat beyin yardımıyla kendim bastırdım ve Yeni Ufuklar dergisinin aboneleri arasında olan bütün yazarlara kitabımı imzalayıp gönderdim.

Geri dönüş oldu mu?

Bir tek Samim Kocagöz ve Bilge Karasu’dan dönüş almıştım hiç unutamam.

CEMAL SÜREYA GENÇLERE SAHİP ÇIKARDI

Yazmaya nerede devam ettiniz?


O zaman Cağaloğlu edebiyat dergilerinin merkeziydi. Cemal Süraya’nın çıkardığı Papirüs’te Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’de yazılarımı yayımlamaya başladım ve edebiyat dünyasıyla da dergiler aracılığıyla yavaş yavaş tanışmaya başladım.

Bugünle karşılaştırdığımızda dergiler edebiyat dünyasında önemli merciler miydi?

Edebiyat dergilerinde ölçüt edebiyattı. Bugün popülerlik daha önde. Bugün hem yayıncılık dünyasında hem de dergilerde edebiyat ölçütlerinin kaybolduğunu görüyoruz. O dönem edebiyat daha öndeydi. O dergilerin dörtte üçü yazılardı ama bugün bakıyoruz dergilerin dörtte üçü fotoğraf yazı geri planda.

Edebiyat ortamında gençlere sahip çıkılır mıydı?

Gençlere çok destek olunurdu. Özellikle Cemal Süreya gençlere çok sahip çıkardı. Bunun için çok çalışırdı. Cemal Süreya sadece usta bir şair değil aynı zamanda çok iyi yazardı. Yine Attila İlhan gençlerin yolunu açmaya çok çalışmıştır. İlhan o dönem çok önemli yayınevlerinden biri olan Bilgi Yayınevi’nin baş editörüydü. Nazlı Eray, Ayşe Kilimci ve benim gibi gençlerin kitaplarını basıp bize destek veren Attila ilhan olmuştur. O dönemin büyük bir yayınevi olan Bilgi’nin kapısını gençlere açması çok önemliydi bizim için.

Size yol gösteren isimler oldu mu?

Edip Cansever ve Necati Cumalı’yla dergiler yoluyla tanışmıştım ve yazılarımla ilgili önemli eleştiriler yapmışlardı. En büyük azarları Necatigil’den işitmişimdir. Mesela kendime göre ümit yerine umut kelimesini kullandığım için beni uyarmıştı. Yine Memet Fuat’tan noktalama işaretlerini nasıl kullanacağımı öğrendim. Attila İlhan Dostlukların Son Günü kitabım için ‘Bu hikaye değil roman olmuş sen roman yaz’ diyerek beni roman yazmaya teşvik etmiştir. Edip Cansever ilk hikaye kitabımı okumuş bana dedi ki ‘bu hikayelerin dörtte üçü taklit. Şu hikaye Nezihe Meriç’in şu Orhan Kemal’in taklidi. Yürek Burtuntuları’ hikayem için bu senin yolun’ demişti ve yıllar sonra Mel’un: Bir Us Yarılması’nı yazdığımda onun haklı çıktığını gördüm.

Kızmış mıydınız öyle dediği için?

Hayır nasıl kızarım hele ki Edip Cansever gibi birine. Tabi o dönemde bunu kırıcı olarak söyleyenler de oldu ama Edip Cansever öyle biri değildir.

Siz de kitap eleştirileri yazıyorsunuz, pişmanlık duyduğunuz yazılarınız oldu mu?

Eleştirel yazılarım için öyle bir şey söyleyemem ama çok büyük bir hatamı söylemeliyim. Seksenli yıllarda İsmail Cem’in çıkardığı Politika gazetesinde Ercan Arıklı’nın teklifiyle Ortalık diye bir köşem oldu ve orada ilk kez edebiyat magazini diyeceğimiz yazılar kaleme aldım. O zamana kadar edebiyat magazini diye bir şey yoktu ve bunu ilk kez ben başlatmış oldum. Yazdığım yazılardan biri Oğuz Atay’la ilgiliydi ve bu yazım bende çok büyük vicdan azabıne sabap oldu. Vefat etmeden önce kendisine bir mektup göndererek helalleşebildim. Yine Cüneyt Arkın’la ilgili o köşede yazdığım bir yazı yüzünden de kırgınlık oluştu. Yazı hayatındaki en büyük hatalarımdan birisidir. Oğuz Atay’la ilgili bir çalışma yaparken o yazıyı aradım ama Milli Kütüphanede bile bulamadık. Allah beni affetti heralde çünkü hiçbir yerde çok şükür o yazıların nüshası yok. (gülüşmeler) Ama şunu söyleyeyim bugünün insanları yazıp çizdiklerinde çok daha acımasız. Biz eleştirilerimizi zamanın terbiyesi içinde yazardık.

DOSTLUK DA KISKANÇLIK DA VAR

Yazarlar arasında dostluklar mı kıskançlıklar mı öne çıkar?


Valla ikisi de vardır. Ben Kemal Tahir’i tanıdığımda 18 yaşımda çocuktum bir çeşit Kemal Tahir’in evladı gibiydim. O dönemde o sofralara çok oturdum. Çok güzel ortamlardı. Büyük sevgi ve dostluğun yanında elbette kıskançlıklar da oluyordu ve bence sanat da dostluk ve kıskançlık üzerinden gidiyor.

O sofralarda kimler olurdu?

Bir kere edebiyatla diğer sanat dallarıyla çok iç içeydi. Mesela sinema, resim ve edebiyat dünyasının ortak buluşmaları vardı ve herkes birbirinin işi hakkında konuşup yaptıklarını birbirleriyle de paylaşırlardı. Sadece edebiyat konuşulmazdı. Sanat dalları arasında güçlü bir bağ, fikir alışverişi vardı. Mesela Kemal Tahir’in Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz gibi önemli yönetmenlerle güçlü bir bağı vardı. Aynı şey Attila ilhan ve çevresi için de geçerliydi.

Sözlü geleneğinin güçlü olduğu ortamlardan bahsediyorsunuz…

Evet insanlar birbiriyle görüşür, buluşurdu. Hatırlıyorum Salah Birsel’in eşi Şükriye Dikmen ressamdı ve bana göre hakkı yenmiş bir kadın ressamımızdır. Evine gidince Şükriye Dikmen yeni portre çalışmalarını gösterir bu portreler üzerine konuşulurdu, Salah Birsel yeni yazılarından bahsederdi. Bugün yazıların içeriği üzerine değil de kimin kitabı ne kadar sattı, nereye davet edildi, edilmedi o konuşuluyor. Edebi kimlikten uzak konuşma ortamları var.

DEVLET ANA 20 BİN SATTI ŞAŞIRDIK

Çok satan yazar olmak o yıllarda da önemli miydi yoksa eserin edebi kimliği mi çok öne çıkardı?


Edebi kimliği kesinlikle daha önemliydi. İyi edebiyat önemliydi. En iyi yazarlarımızdan biri olan Kemal Tahir’in Devlet Ana kitabı mesela çok satmıştı ve bu çok konuşulmuştu. Yurt çapında yankısı olmuştu kitabının. Ondan önceki kitapları pek satmamıştı oysa. O yıllarda en babayiğit kitap 5 bin basılır satılırdı. Kemal Tahir’in kitabı 20 bin basılıp satılınca olay olmuştu.

Bugün hala kitapları okunan çok iyi şairler var onların kitapları ne kadar satardı?

Edip Cansever, Behcet Necatigil mesela sevilen şairlerdi ama kitapları bin iki bin baskı yapardı. Zaten kitaplarının kaç sattığı değil şair kimlikleriyle edebiyat dünyasında önemli yerleri vardı.

NECATİGİL ÇOK FARKLIYDI

Peki farklı görüşlerdeki yazarlar birbirlerini okur takip eder miydi? Bir söyleşinizde Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini Behcet Necatigil’in okuyup size tavsiye ettiğinden bahsetmişsiniz. Ortam nasıldı?


Maalesef farklı görüşteki yazarlar o zamanda birbirini okumazdı. Ama Behcet Necatigil çok farklı bir insandı, kuşatıcıydı, her yazara değer verirdi. Ölünceye kadar da dostluğumuz devam etti. O hem iyi bir insan hem iyi bir sanat adamıydı. Gönül eğitimi yüksek bir insandı. Aynı zamanda çağdaş şair olarak en sevdiğim isimdir. Onun insan yönünü taklit ettim hep. Behcet Necatigil’i bir tek bu ortamın dışında tutuyorum. Çünkü Necatigil, edebi değerleri öne çıkaran biriydi. Mesela onun hazırladığı İsimler Sözlüğü’ne bakın orada Necip Fazıl da Sabahattin Ali de Peyami Safa da vardır. Bugün iki farklı görüşten yayınevinden bana teklif geldi ikisini de kabul ettim. Çünkü ben de Necatigil’in açtığı yolda yürümeye çalışırım ama onun gibi olmam zor. Ama edebiyat dünyası genel anlamda böyle değildir.

Fikir kavgaları için neler söyleyeceksiniz?

Bugün 70 yaşındayım ve şunu söyleyeyim kindarlık düşmanlık bu ülkede hep var ve bu hiç değişmedi. Nazım Hikmet ile Peyami Safa’nın büyük dostluğunun birden düşmanlığa dönüşmesi bence çok acı. Nazım Hikmet’in Safa için yazdığı şiirden sonra o da cevap vermek zorunda kalmış. Ama aynı Peyami Safa, genç yaşta vefat eden Cahit Sıtkı için ilk gün duyduğu üzüntüyü kaleme almış ama tepkiler alınca ikinci yazısında ‘evet komünistti’ demiş. Okurlar daha da kışkırtınca üçüncü yazısında “on para etmezdi” diye bir yazı kaleme almış. İşte bu kışkırtmalar o devirde kalsın istiyoruz. Çünkü bu kavgaların edebiyatımıza kattığı bir şey yoktur. 50 yıldır sadece ve sadece bu hır gürün bitmesi gayretiyle yazdığımı söyleyebilirim.

Fakat bu kavgalar sadece fikir ayrılıklarında yaşanmıyor. Mesela İkinci Yeni’lerle Attila İlhan arasında da tartışmalar yaşanıyor değil mi?

Bana sorarsanız Attila ilhan kendinin de dediği gibi kavgacı biridir, aynı zamanda egosantrik bir insandır. Zaten kavga da bilenler bilir Turgut Uyar’ın yazdığı bir yazıdan sonra başlamış. Ama aynı Attila İlhan Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresi’nden adlı romanının ilk baskısı için arka kapağa isimsiz olarak göklere çıkaran bir editör yazısı yazmıştır. Biliyorsunuz o dönem Bilgi Yayınları’nın baş editörü ve bu romanı çok sevmiş. Bu kavgalar için bir kaşık suda kopan fırtına demek lazım.

Kavgaları bırakıp sizin yazı masanıza dönmek istiyorum. Yazı masanızı merak ediyorum. Bir hikayesi var mıdır masanızın?

Masa babamdan kalan çok eski bir masa. İkinci dünya savaşında Musevi olduğu için Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmış Prof. Fink adlı bir bilim insanının masasıymış. Prof. Fink, ülkesine dönerken masayı babama bırakmış babam 1968’de vefat edince ondan bana kaldı ve elli yıldır bu masada yazarım. Biraz da maddi imkansızlıktan masayı hiç onartamadım. Gül ağacı kaplamalı, çok uzun yıllardır o masada yazıyorum.

MASAM OLMADAN YAZAMAM

Masanız dışında bir yerde çalışır mısınız?


Masam olmadan yazamam. Mesela tatile giderken herkes orada çalışır ben yazamam kitap okurum ve dışarda notlar falan alırım ama yazacaksam mutlaka masamda olmam lazım. Yazarlık hayatımın hepsi bu masada geçti diyebilirim.

Yazma ritüelinizi sorsam?

Eskiden geceleri çalışırdım şimdi gündüz çalışıyorum. Eskisi kadar da yazamıyorum zaten kelimelerim de yıllar geçtikçe azalmaya başladı. Sabah erken kalkarım saat 08.30-9.00 gibi masamın başına otururum. Öğlende bir mola veririm. Eğer devam edeceksem saat 15.00’e kadar yazarım ama daha fazla yazamıyorum. Daha çok okumayı tercih ediyorum.

Hala daktilo ile yazıyorsunuz değil mi?

Aslında Türkan Şoray geçen yıl bana bir bilgisayar hediye etti. Ayşe Sarısayın ve eşi de sağolsun bana üç dört ay bilgisayar dersi verdi. Bilgisayarı kullanmayı biliyorum ama onun başına oturunca aklımdaki uzun cümleler baktım uçup gidiyor. Cümle kuramadım ve o zaman tekrar daktilomda yazmaya başladım. Benim üslubum hiçbir zaman bilgisayarla örtüşmedi, uyuşmadı.

Masanızın üzerindeki olmazsa olmaz şeylerinizi merak ettim?

Valla masanın üstü yıllar geçtikçe bir tımarhaneye dönüştü bu yüzden hiçbir röportajı evde kabul edemiyorum. Çekim falan yaptırmıyorum ki gören dehşete kapılmasın. Masanızda olmayan ne var deseniz belki ona cevabım olur. Çok dağınık bir masa ama ben ne ararsam kolayca bulurum.

Dijital dünyadan uzak yaşıyorsunuz diye biliyorum. Bunun sebebi nedir?

Şöyle söyleyeyim: Dördüncü Murat üzerine bir roman yazacaktım. Araştırma yaparken internete de bak dediler. İnternette çok fazla yanlış bilgiye rastlayınca doğru bildiklerimi de unutacağım diye internetten koptum. Ayrıca bana göre müthiş bir zaman kaybı. Yazarlara bakıyorum akşama kadar internet başındalar. Birbirlerine laf yetiştiriyorlar. Bu insanlar ne zaman vakit bulup kitap okuyorlar doğrusu merak ediyorum. İnternette vakit harcamanın iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum.

İNTERNET ZAMAN KAYBI

Sosyal medya hesabınız da yok değil mi? Bir tek cep telefonu kullanıyorsunuz öyleyse?


Aslında telefonu almamak için de çok direndim ama olmadı. Şu an cep telefonu kullanıp bir de oradan mesaj çekiyorum size de çektim (gülüşmeler). O kadarını beceriyorum.

Peki edebiyat dışında diğer sanatlarla bağınız nasıldır? Mesela yazarken müzik dinler misiniz?

Dinlerim geniş bir müzik yelpazem vardır. Arabesk de opera da benim için çok önemli. Bu arada koyu bir Müslüm Gürses hayranıyım. Mesela Mihri Müşfik adlı bir kadın ressamın hayatını yazdım. Bu oyunu yazarken Münir Nurettin’in söylediği üç tango vardır ve ben onlardan birini bir CD’ye doldurdum oyunu bitirene kadar devamlı o tangoyu dinledim. Başka kitapları yazarken de tekrar tekrar dinlediğim müzikler olmuştur. Yine resimle ilgilenirim, ressamların kataloglarını alır biriktiririm, takip ederim.

Hikaye, roman dışında aynı zamanda pek çok senaryo da kaleme almışsınız. Edebiyat ile sinema arasındaki bağı soracağım. Sizce bu iki alan birbirinden beslenmiş mi?

Belli bir dönem olmuş, birbirini besleyebilmiş. Mesela Orhan Kemal, Attila İlhan, Kemal Tahir bir dönem takma adla senaryolar yazmış. Benim de oldu bitti sinemaya tutkum vardır, artislere bir hayranlığım. Onlara hayranlığımla hep sinemanın içinde olmak istedim. Kemal Tahir’in evinde Atıf Yılmaz’la, Halit Refiğ’le tanıştıktan sonra 11 kadar senaryo yazdım diyebilirim. Ama beyaz perdede izleyince hepsi bende hayal kırıklığı oldu. Bir tek Ömer Kavur’un Kırık Bir Aşk Hikayesi ile Zeki Ökten’in Bir Demet Menekşe filmini izleyince iyi ki bu senaryoları yazdım diyorum. Dizilerden de senaryo yazmam için çok teklif geldi ama reyting kaygısından dolayı cesaret edemedim.

PARA İÇİN DİZİDE OYNADIM

Dizi senaryosu yazmadınız ama dizide oynadınız değil mi?


O şöyle oldu. Necef Uğurlu aradı. Dizinin baş kahramanı kadın, bir yazara kitap imzalatacakmış ama yazar karakterini figüran oynayınca belli oluyor sen oynarmısın dedi. Küçük bir rol ama sete gittim meğer başka detaylar da varmış Necef benden saklamış. Bir de heyecanlandım, rolümü iyi oynayamadım ve gün boyu sette kaldım canım dasıkıldı. Söylenerek oradan ayrılırken bir zarf tutuşturup teşekkür ettiler. Otobüste çaktırmadan zarfa bir baktım benim aylık kazancımdan bile fazla bir para. Eve gidince Necef arayıp ‘Çocuklar seni üzmüş kusura bakma’ dedi. Ben de ‘Yok çok güzeldi’ falan deyince ‘Devam etmek ister misin’ diye sordu. Böylece dizide oynadım. Ve hala inanır mısınız fırına falan girsem insanlar beni gördüklerinde ‘Aa siz şu dizide oynamıyor muydunuz’ diye hala soruyorlar.

Devam etmediniz mi oyunculuğa?

Daha sonra Yusuf Kurçenli, Sabahattin Ali’yi oynamamı istedi ama ona cesaret edemedim. Bir sefer de Afife Jale oyununda paraları olmadığı için destek istediler. Onda da Müjde Ar çok rica etti akıl hastanesinin başhekimini oynadım.

Bu yıl kitap fuarının onur konuğu oldunuz. Önceden Tepebaşı’ndaydı fuar şimdi Beylikdüzü’ne taşındı. Kitap fuarına eskiden beri gider misiniz? Sizin içi kitap fuarları neyi ifade eder?

Önce şunu düzelteyim. Kitap fuarı bundan 37 yıl önce ilk Marmara Etap Oteli’nin balo salonundaydı. İlk otelin balo salonunda kitap fuarı başladı diyebiliriz. Hatta bir iki yıl orada oldu. Fuarın ilk yılında bu balo salonun girişine üç masa yerleştirilmişti. Birinde ben birinde Adalet Ağaoğlu diğerinde de Cemal Süreya vardı. Fuardaki ilk imza günümüzdü.

İLK OKURUMA YAZIYORUM

Okurların ilgisi nasıldı merak ettim?


O dönem Adalet Ağaoğlu’nun en popüler olduğu dönemdi ve merdivenlerden inen bütün okurlar onun masasında sıraya giriyordu bana ve Cemal Süreya’ya gelen doğrusu pek kimse yoktu. Birbirimize Cemal Süreya ile takılıyorduk. (gülüşmeler)

Okurlarınızla ilk tanışma yeri fuardaki o imza günü mü oldu peki?

Evet, o günü hiç unutamam. Merdivenden insanlar iniyor ve ben de oradan biri bana gelsin diye heyecanla bekliyorum. Baktım merdivenlerde yüzü güzel küçük bir kız var. Sırtında kamburunu farkettim sonra, merdivenlerden iniyordu. İçimden ‘işte o benim okurum’ dedim. Hissetmiştim. Gerçekten de o güzel kız bana geldi ve kitabını imzalattı. Orada ilk kez kime yazdığımı somut olarak gördüm. Yıllar geçti ve ben o kızı ve o ilk imza günümü unutamadım. Ben o kambur okur için yazdığımı düşünüyorum. Elli yıldan geriye ne kaldı derseniz iyi ki o yaralı insanlara yazdım derim. (gözleri yaşarıyor ve gözlüğünü çıkarıp çaktırmadan gözyaşlarını siliyor)
Konular Röportaj