Ceza hukukundan habersiz, adli tıbbın adını bile doğru telaffuz edemeyen vasıfsız bir kalabalığın, televizyon stüdyolarında “cinayet çözmesi” normalleşti bu ülkede. Birilerinin hayatı, bir ailenin acısı, bir annenin gözyaşı; reyting grafiğinde bir rakama dönüştü.
Henüz savcının bile netleştiremediği ve polisin titizlikle araştırdığı bir olay hakkında, “mışlı – mişli” cümlelerle hüküm verenler ekran başında cirit atıyor. Kimi evinin temizlikçisi, kimi 5. sınıf bir işletme sahibi, kimi de sadece “ben oradaydım” diyebilmek için konuk sandalyesine oturmuş. Hepsi birer “adli tıp uzmanı” olmuş, hepsi birer “kriminal deha” kesilmiş!
Düşünebiliyor musunuz?
Bu ülkede cinayet bürosu görevini üstlenmiş bir yığın televizyon programı var.
Bu ülkede saki savcılar susmuş da onların yerini sunucular, bilirkişinin yerini magazin yorumcuları almış gibi!
Ve en acısı: toplum adalet arayışını adliyede değil, stüdyoda bulacağını zanneder hale gelmiş olması.
Artık mikrofonlar sorgu odası, kamera kayıtları delil dosyası; reji odası ise sanki ağır ceza mahkeme heyeti…
Birileri izleyiciye “hakikat” diye kurgulanmış sahneler sunuyor; gözyaşları bile reytingle ölçülüyor.
Ekranda ne kadar bağırırsan, o kadar “haklı” görünüyorsun.
Oysa adaletin dili sessizdir, soğuktur, delillerle konuşur — duygularla değil.
Bu ülkede her şeyin şovu yapıldı, şimdi sıra adaletin şovunda.
Oysa adalet, spot ışıklarının altında değil; soğuk bir karakol odasında, bir savcının gece yarısı incelediği dosyada, bir hakimin vicdan terazisinde bulunur.
Televizyonlar, adaleti değil, adaletin itibarını öldürüyor.
Ve biz seyirciler, bir ülkenin hukukunu reyting uğruna harcanırken alkışlıyoruz maalesef.
Eğer adalet bu ekranlara kaldıysa, gerçekten ölmüşüz demektir ve mezar taşımızda bile “canlı yayın” yazıyor.
Sacit ASLAN